Ayla Kutlu -Tüyap- Kitap Fuarı_nın- onur konuğu -Oldu-  Birgün Kitap-378271-5-1 (2)Haber: DENİZ ZEKA

Okurunu; tarihin, insanların, olayların, mekânların içindeki her ayrıntıya yerleşik görme biçiminden uzaklaşıp farklı açılarla bakmaya davet eden, hayatın mizahını yakalayabilmiş umudun yazarı, bu senenin İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’nın onur konuğu Ayla Kutlu’ya sevgi ve saygıyla…

 

Ayla Kutlu edebiyatı, kitaplarının her birini var eden anlam bağlantılarıyla, içeriği kuran tekniğin özellikleriyle özetlenip açıklanamayacak kadar zengin bir verimi ifade eder. Eserleri bir bütün olarak okura insanlık kavramının parçası olduğunu anımsatır. Yazar, birbirleriyle harmanlanan kültürlerin içinden doğan, doğanın incelikleriyle özdeş kahramanlar yaratmıştır. Kahramanları psikolojik derinlikleriyle sadece kendi dünyalarından seslenmez. O sesler evrensel masalın sesleridir. Gündelik telaşın içinde unutulan inceliklerin hatırlatıldığı, acıyla sevincin arasındaki çizgide doğrudan anlatılamayan duyguların dile getirildiği, yerleşik düşüncenin sürekli sorgulandığı, insanlığı onurlandıran romanlar, öykülerdir onun eserleri. Romanlarındaki karakterleri toplumsal ve tarihi olaylarla iç içe anlatır. Okur, Kutlu’nun kitaplarının kapağını kapattığında, arkasına yaslanır ve koca bir tarihi düşünür. Bu tarih öyle yakın bir tarih değildir. Bu tarih insanlığın; insanın evrilirken yitirdiklerinin, elinde kalanlarla yılmadan mücadele edebilme onurunun tarihidir.

Kutlu, tüm eserlerinde sistemin gölgelediği alanları ya da karanlığın içine gizlediklerini keşfe davet eder. ‘Kaçış’, ‘Tutsaklar’, ‘Hoşça Kal Umut’ta kadın karakterler üzerinden üç farklı dönemde yer alan devrimci gençlik hareketlerini ele alır. Yazarın ülkemizde kadın kimliğinin oluşmasında da büyük emeği vardır. Haksızlıklara baş kaldıran, sorunları görünür kılan, cinsiyetçi görüşe kafa tutan yazar, kadının gücüne yürekten inanır. Göç eden, yersiz yurtsuz kalan kahramanlar yaşadığı her toprağa içtenlikle bağlılık hissederler; kadınlar direnir, dönüştürür, korur ve sürekli kollar.

Baskılandıkları her noktada kendine bir çıkış yolu bulan kadınlar; dokudukları halılar, ördükleri oyalarla ya da kelimeleriyle karşı tarafa duygularını net, kesin bir şekilde aktarırlar. Aşkı, öfkeyi, yakınmayı, sevinci, umudu anlatırlar. ‘Asi… Asi’, ‘Tutsaklar’,“Emir Bey’in Kızları”, ‘Kadın Destanı’, ‘Hoşçakal Umut’, ‘Bir Göçmen Kuştu O’, ‘Cadı Ağacı’, ‘Islak Güneş’,’Kaçış’,’Zehir Zıkkım Hikâyeler’, ‘Mekruh Kadınlar Mezarlığı’, ‘Sen de Gitme Triyandafilis’, ‘Zaman da Eskir’… Kadınların çığlıklarını, çığlıklarının ardındaki buğuyu sözcüklere döker. Kıyısında doğduğu Asi gibi tersine akan bir nehirdir Kutlu’nun edebiyatı. Korkmadan, yılmadan edebiyatıyla, kişisel söylemleriyle direnen yazarın teslim olmayan, sorgulayan, sorgulatan, cesaretlendiren tavrı karakterleriyle okurlarına da sirayet eder.

Kutlu’nun kadınları gibi çocukları da savaşı sevmez. Örneğin, Triyandafilis’in büyük aşkı Rıfat askere gitmek zorundadır. Barışın çocuğu, tüm masumiyetiyle “Neden?!! Savaş bitti, savaş yoksa niye askere gitmek zorundasın ki?” der. Savaşın kötülüğünü anlamak için ille de savaşmak gerekmez. Yazarın “Hayatta birkaç değerden ödün vermem, bunlardan biri de barıştır” sözü tüm kahramanlarının yüreğinde yankılanır.

Ayla Kutlu hayatı geçmişiyle, bugünüyle, yarınıyla bir bütün, bir döngü olarak görür. Onun eserlerinde her zaman dilimi birbirinin içinde gizlidir. Döngüsel zaman okuma dinamiğinin etkisini artırır. Okur, zaman sıçraması sırasında kurmacadaki yaşantının parçalarını birbirine bağlarken kendisi de bu deneyimin öznesi olur.

Okurunu; tarihin, insanların, olayların, mekânların içindeki her ayrıntıya yerleşik görme biçiminden uzaklaşıp farklı açılarla bakmaya davet eden, hayatın mizahını yakalayabilmiş umudun yazarı, bu senenin İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’nın onur konuğu Ayla Kutlu’ya sonsuz sevgi ve saygıyla.

-Kimdir Ayla Kutlu? Biraz bahsedebilir misiniz? Nerede doğdu/ Nerelerde okudu/ Hangi kültürel iklimler onun bu zengin edebiyatını oluşturdu?
14 Ağustos 1938’de Antakya’da doğdum. Babam ilkokul öğretmeni, annem üç sınıflı köy ilkokulunu bitirmiş ev kadını. İkisi da ilginç insanlardı. Annem yaşamı boyunca çok okuyan, güzel konuşan bütün tanıdıklarımın hayran olduğu kültürlü bir insandı. Babam birkaç müzik aleti çalan, resim yapan, edebiyatın hemen her dalında eserler veren, öğretmen, gazeteci ve yazar. İkinci Dünya Savaşının zor koşullarında bilincim oluşmaya başladı.

İkinci Dünya Savaşının bittiği yıl okula başladım. Okumayı zaten dergi, kitap okuyacak kadar biliyordum. Sonraki yıllarda, algımın ve erken birikmeye başlayan kültürümün içinde çok şey birikti.

Siyasal Bilgiler Fakültesini (Mülkiye) 1960 yılında bitirdim. Burslu olarak okuduğum için borçlu olduğum İçişleri Bakanlığında hem çalıştım, hem de Eğitim Yöneticiliği, Organizasyon ve Metod konularında ek eğitimler aldım.

Çeşitli kamu kuruluşlarında süren ağır çalışma koşullarımın ardından 20 hizmet yılımı doldurduğum 1980’de emekli oldum. İki kitabım yayımlanmıştı. O tarihten beri yaşamımda yalnızca edebiyat çalışmalarım var.

Annem ve babamın çok okumaları, evimizi bir -yoksul da olsa -kütüphaneye çevirmişti… Hangi çocuğun annesi, neredeyse yetişkinlerin okuyabileceği kitapları ilkokuldaki üç çocuğuyla tartışmıştır? Okula gitmeden önce okumayı öğrenip doludizgin kitaplara saldırmam, Antakya’nın ve çevresinin tarihsel ve kültürel zenginlikleri, insanlar arası hoşgörü ortamı… Bana küçüklükten başlayarak özgün bir dünya ve geniş ufuklar verdi.

Emekli olunca… Yazarlığa bütün hızımla giriştim.

-Sizde olmayan bir erdemi sizde olan bir erdemle değiştirecek olsaydınız neyi verir, neyi alırdınız?
Hiçbir şeyi vermez, hiçbir şeyi almazdım. Ben “ eğer, varsayalım, keşke” gibi sorulara cevap vermeyi gereksiz bulurum. İkincisi… Ne erdemlerim var, ne yok, bilmiyorum ki. Bunları bilen var mıdır? Enis Batur kanımca şaka yapmıştır.

-Kim / ne ödünüzü kopartırdı?
İkinci sorunuza “deprem,” derim. “Kör olmak,” derim.

-Edebiyat dünyasına girmek sıkıntılı bir süreç miydi? Nasıl ve ne zaman başladı bu macera? “Elli yaşımdan sonra yarışmalara başvurmama kararı almıştım, bir zaman sonra adımın ağırlığı gençlerin önünü kesmesin, diye,” diyorsunuz. Bu kararı alırken neleri düşünmüştünüz?

Benim için çok kolay oldu diyebilirim. Özgür İnsan dergisinde öykü ve kitap tanıtma yazılarımın ardından KAÇIŞ romanım Milliyet gazetesinde günlük parçalar halinde yayınlandı. ‘Tefrika’ denirdi onlara. Tefrikası bitince, HÜR YAYIN yöneticisi (ışıklar içinde yatsın) tanıdığımda çok sevdiğim Aydın Emeç, beni bulup kitabı basmak istediğini söyledi… Kendimi kitaplı bir yazar olarak buldum.

41 yaşımdayken ilk kitabım yayımlandı. Ardından hemen her kitapla ödül kazanınca, daha gençlere şans kapısı açmak gerekir diye düşündüm. Bu ne özveri, ne de gençlere lütuftu. Doğrusunun bu olduğuna inanıyordum. Ödüllere katılmadım. 50 yaşım diye bir sınır koymadım. 41 yaşından on yıl sonrası elliye denk gelmiş. Eğer bir uğraşıyı gerçekten seviyorsanız, onu ödüllerle kanıtlamanız gerekmez. Öte yandan, yine de ödülsüz kalmadım ben. Başvurmayı gerektirmeyen, sanat insanlarının önerisiyle beğenildiği açıklanan kitaplarıma veya yazar olarak bana onur ödülleri geldi. Her biri benim için çok değerlidir. Ama bu sonuncusu… Bu, kırk yıldan beri birikmiş olan emeğime verilmiş vefa göstergesidir.

-Sizin öykü ve hikâyeyi farklı düşündüğünüzü biliyorum. Çocukken yazdığınız şiirleri düşünmezsek Ayla Kutlu edebiyata öykü ile mi başladı?
Roman yazarı olmayı hep istedim. İlk görünme, ister istemez öykü ile oluyor. Dergilerdir sanatçıların ebesi. Birkaç öyküm vardı ama ben “roman da roman” diyordum. Yayınlanan ilk iki kitabım o yüzden roman. Ancak üçüncü olarak öyküler içeren kitabım, Hüsnüyusuf Güzellemesi yayınlandı.

Önceleri hikâyelerim, romanlarıma girmeyen, içerikleri roman çalışmalarımın dışında kalan, olay ve durumların kenar süslerinden derlediğim anlatılardı. Şimdi artık ikisini başa baş götürüyorum ve hikâye yazmaktan da müthiş hoşlanıyorum.

-Ayla Hocam; Uruk Kralı Gılgamış, şehrinin etrafını surlarla çevirdiğinden beri insanoğlu içerdekiler ve dışarıdakiler olarak ikiye ayrıldı. Bugün yaşadığımız acımasız dünyanın temelleri taa o zaman atılmıştı dersek Gılgamış’a haksızlık etmiş oluruz? Ne dersiniz?
Evet, Gılgameş’e haksızlık etmiş olursunuz; oluruz. Üst yöneticilerin hepsi aç gözlü olurlar. Hep daha çok şeye sahip olmak isterler. Bu örgütlerin yapısında olan bir şey. Gılgameş üstelik annesi yoluyla Tanrılarla da akraba. Annesi inek olması yanında, pek öyle hatırı sayılmayan bir Tanrıça olsa da … Başkaları, hele insanlar nereden bilsinler (!) annesinin çapsızlığını.
Bu sorunuzun yanıtı bugünlerin de yanıtıdır. Küreselleşen dünyayı yönetip her şeyi kendine isteyen güçler, günümüzün Gılgameş’lerinden başkaları değil. Onlar hep var. Onların hepsi -Gılgameş gibi, zaten var olmayan bir şeyleri elde etmenin peşinden giderken- kırgınlıktan ölecek.

-Gılgamış, dünyanın bilgisine/ölümsüzlüğe ulaşmak için uğraştı? Aslında yazar olmak da bir çeşit ölümsüzlüğü mü aramaktır?
Yazar olmak, sanatla uğraşmak bir taşma halinden doğar. ‘Ölümsüzlüğe ulaşmak’ herhalde ‘esin perisi’ diye bir varlığın bulunduğuna bizi inandırmak isteyenlerin ikinci yalanı olsa gerek. Ne ölümsüzlük arayışı, ne de esin bekleyişi… Ben yalnızca, çalışarak, insanlara güzellikler ve akıl oyunları sunmanın sevinci için yazıyorum.

-Bütün eserlerinizde kadın kahramanlarınız sizin için çok önemlidir. Dünyanın en eski destanı olan Gılgamış’ı bile eserde çok az işlenmiş kadın kahraman tarafından anlatıyorsunuz. Romanlarınızda kadınlardan kurulu çok renkli bir dünya var. Meseleniz kadın mı? Size kadının romanını yazıyor diyebilir miyiz? Neden bu kadar önemli sizin için kadın?
Bu soruya vereceğim yanıt, bütün yazarlık yaşamımın gerekçesi olacak kadar anlamlı. Özetle şu: Evet, insanlığın az yazılmış, harcanmış, önemsenmemiş, aşağılanmış, her dilde aşağılayıcı pek çok sözcük, deyim, atasözü üretilmiş ancak, gerçekte yaratıcı, koruyucu, incelikli, ses ve sözsüz bırakılmış bir yiğit öteki cinsin öykülerini, hem onlara, hem de kadını kendi cinsinden aşağıya iten erkek cinsine karşı yazıyorum.

-Gerçeğin kurgusu / Kurgunun gerçekliği güzel bir döngüsellik içerir. Gerçek nerde biter, kurgu nerde başlar? Hikâyelerinizi tetikleyen nedir?
Yazar için amaç; her iki cinsin birbirleri üstünde karşılıklı var olan çoğaltan etkisini görünür kılmaktır. Bizlerin -sanatçıların- gözünde kurgu, gerçeği açan anahtardır. Sanatı önemsemeyen, kafasını o yolda kullanmayan insanlar için ise basit bir aldatmaca: Sanat onlar için görünür, algılanır olan gerçeği, anahtarlar yoluyla yorumlayarak kafaları karıştıranların oyunu.
Hani, yatay sekiz biçiminde ‘sonsuzluk’ imgesi var ya … O yatay sekizleri birbirine ekleyerek sonsuzu sonsuza kadar uzatabilirsiniz.

Sanatın hiçbir formülünün mutlak gerçekliği yoktur. Öte yandan baştan sona savrulmuş sandığımız uğraşlar kendi içinde, bütündürler. Sanata ilişkin kesin sözcükleri, değerleri, hele önyargıları mutlak gerçekler olarak kullanmaktan yana değilim.
Yeni bir şehirde, yerleşim yerinde gördüğüm, önce gökyüzüdür. Gökyüzü, yıldızlar bu şehre sevgiyle mi bakar gülümser mi, asık suratını mı takınmıştır? Sonra insanların yüzlerine bakarım. Karanlık mıdırlar? Coşkulu, heyecanlı, bezgin, yahut koşturanlar mıdır onlar?

Yollara bakarım. Ağaçlar, bitkiler, evler, balkonlar, pencereler, perdeler, kapılar, kapı tokmakları, neşeli, coşkulu, afacan mıdırlar? Çocuklar ve kadınlar, gündelik yaşamlarını sokağa taşırmışlar mı?

Bizi bağlayan büyük şeyler değildir. Basit şeylerdeki doğallıklar ile, bulduğumuz doğayı insanın kaynaştırabildiği bir dünyayı mı ziyaret ediyorum.

Bu gibi fark ettiğim küçük ayrıntılar, nasıl bir dünya kurgulamışsam orada hemen yerlerine yerleşirler. Hiç ziyan ettiğimi hatırlamıyorum onları.

-Yeni bir kitaba başlayacağınız zaman içinize çekilir misiniz? Soyutlar mısınız kendinizi? Murathan Mungan’ın Şair’in Romanı kitabında “Herkesin ortak kullandığı saatlerde zaman zayıflar, güçsüz düşer” diyor. Siz günün hangi saatlerini seversiniz? Hangi saatler sizin yaratıcığınızı besler?
Sabahları severim, günün akşama döndüğü saatlerde inceden inceden hüzünlenirim. Karanlık akşamları sevmem. Çok erken kalktığım için gökyüzünün lacivertten maviye dönüşünde çok heyecanlanırım. O saatte masama oturabilirsem… Kendimi yeniden bulduğumda saatler sabahın onuna varmış olur.

-Yazma ritüelleriniz var mıdır?
Olmaz mı? Çalışma odam, masam, kitaplarım, her şeyim dikkatimi çekip düzeltmeye kalkmayacağım kadar düzgün olmalıdır. Zaman zaman belimi dinlendirdiğim divanım örtüsüyle, yastıklarıyla, perdeler kusursuz duruşlarıyla konuk bekler gibi alesta durmalılar. Ben saçımı başımı toplamış, giyinmiş olmalıyım. Çevremde çiçekler, duvarlarda resimler, masamda uğuruna inandığım kedim, kaplumbağam ve ineğim (Mülkiye’nin simgesi), uçlarına tutuşturacağım notlarım için başlarının üstündeki kıskaçlarla hazır beklemelidir.

Müziğim, oğlumun en iyi orkestralardan indirdiği Beethoven, Bach, Schubert, Telemann vb yüzlerce bestecinin eserlerinden oluşan diskoteğime dokunduğum anda çalışmalı, arkadaşlarım bana hoşgörü gösterip ikide bir aramamalı, bir yeni çalışmaya başlarken üstüne oğlum gelmeli… Yazarken hiç kimse, hiçbir konuda bana ısrar etmemeli.

-Ben romancı olsaydım, kahramanlarımla o serüveni yaşamak isterdim. Hayat gibi. Eşzamanlı nereye gideceği belli olmayan. Sizin bu konudaki tutumunuz nedir? Yazılarınızı başından tasarlar mısınız? Bilir misiniz kahramanlarınızın neler yapacağını?
İyi bir planlamacıyımdır. Hikâyede de romanda da kişilerimin karakterlerini önceden belirlerim. Olayları, ilişkileri, mekânı, olay akışındaki hızı veya geniş anlatı yerlerini, üstünden atlanıp geçilecek olayları, kullanmam gereken trükleri… Belli edilmemiş, bazen de saklanmış bir düzen vardır yazdıklarımda. Özellikle yazmadığım şeyler vardır: Ya sonradan gerekirse diye -bir tür amortisman- ortaya çıkarırım. Ya da gerekmemiştir, elimde kalmıştır. Bir başka hikâye için yardımcı malzeme olacaktır.

-Çoğu eserinizde kronolojik anlatım yerine sıçramalı bir anlatımı tercih ediyorsunuz. Bundan yola çıkarak zamanın sizin dünyanızdaki izdüşümünü görebiliyoruz, ama bir de size sormak istiyorum. Zaman ileriye doğru çizgisel mi ilerler yoksa döngüsel midir? Mekân / zaman eserlerinizde ne kadar önemlidir? Gördüğünüz bir mekân bir gün bir hikâyenizin başlangıcı olabilir mi?
Bu gibi şeyler okurun ilgisinin yoğunlaşması için yaptığım atraksiyonlardır. Kronoloik anlatım çok kullanılırsa gerçek yaşamdaki gibi sıkıcı ortam oluşur. Yazdığınız hikaye, -romanın hikayesini de kastediyorum- etkili olsun diye, insan okurun nabzını tutmayı zamanla öğreniyor. Benim mekânla akraba gibi süren yakın duruşum sayesinde mekânlar hem anlatının oturduğu canlı bir yerdir, hem de yazarına güç veren; anlatıları doğurup renklendirecek kadar uzun süre etkilidir.

Bir örnek vereyim: Hatay’da bir gün Nergizlik adlı yayla köyüne çıktık. Dönüş yolunda ikindi güneşi denizin üstünde iyice aşağılara inmiş, önümüzü ve arkamızı dumana benzer ama ışığını o uzak güneşten alan sis kuşatmıştı. Koyunlar keçiler ağıllarına dönüyordu, ortalığı onların aksak müziği sarmıştı. Ayaklarımızın altında türlü otlar ve renkli çiçeklerle üstü görünmez olmuş ince bir dere şırıldıyordu. Bahçeler, Hatay’ın o gümrah bahçeleri yer yer kararmıştı bile.

Kardeşime döndüm, “buranın hikâyesini yazacağım” dedim. Üç yıl sonra o zaman, o mekân bana hemen hemen bir novella boyutunda olan Mercan’a Güzelleme adlı hikâyeyi yazdırdı.

Mekân bende, duyguya dönüştürülmesi zorunlu; içine zamanı ve yazarı alan onları uçuran bir etki yaratır. Bu özelliğim konusunda ne çok akademik yazı yazıldı, inanamazsınız.

-Bir arkadaşımın çocuğuna ilham ne demek diye sorduğumda hiç düşünmeden kalbinin sesi demişti. Onun söylediğinden yola çıkarak kalbinizin sesiyle mi yazarsınız var mı ilham periniz? Aslında sormak istediğim ilham perisi mi yazdırır size? Eserlerinizi yazmaya başlamadan önce araştırma yapar mısınız?
Çocuğun cevabı gerçekten çok güzel ama, esin perisine inanmam. Ben yazmadan önce yıllar süren araştırmalar yaparım. Edebiyatla uğraşacaksanız, bilgiyi algıya ve duyguya, duyguyu olaya yedirmeniz gerek. Kadın Destanı’nın ardında tam 4 yıl, Yedinci Bayrak’da 5 yıl var. Bir Göçmen Kuştu O… ile onun ardılı olan Emir Beyin Kızları için çalıştığım süre 16 yıldır. İş bittikten sonra sabrıma şaşarım. Kendi yaşamımda acele etmenin, insanları beklemekten sıkılmanın doruklarında dolaşan ben, söz edebiyat olunca emeğimi ve zamanımı avuç avuç savurmakta sakınca görmem.

-İnsanın kendi yazılarını tanımlaması zordur mutlaka, ama Ayla Kutlu’nun eserleri hangi yönden tamamlıyor edebiyatımızı?
Ben yazarım, sorduğunuz soru ise eleştirmenler ile edebiyat tarihçilerinin değerlendirmesi gereken bir şey.

-Edebiyatçının okuru hayata hazırlamak gibi bir görevi var mıdır? Sakın oradan gitme oralar tekin değildir/ hadi bunu böyle düşün der mi? Parmağını sallayarak bir öğretmen edasıyla okura yol açmaya çalışır mı?

Bir yazarın değil, öğretmenin bile öyle yapmamasını yeğleyen bir insanım. Didaktik sözleri yaşamımda kullanmadım. Fazla ve gereksiz sayarım; toplumumuz onları birer hazır slogan haline getirmiştir. Bu slogan, karşıdakini etkilemez çünkü o kadar çok duymuştur ve üstelik karşısındaki kişinin de çok duyduğunu bilmektedir… O yüzden slogan sözcüklerin insanı sadece kızdırdığını düşünürüm.

Oğluma bile parmak sallamadım… Sonraaa… Hııı! gibi sözler de söylemedim. Aileden gelen bir tehdit alerjim var sanıyorum.
Oğlum iki yaşında iken, halasının evine misafirliğe gitmiştik. Orada yaramazlık sayılacak bir şeyler yapmaya kalkışmış. Halası da onu uyarmış. Büyük bir şaşkınlıkla koştu, bana sarıldı ve halasını şikâyet etti: “ Hııı … dedi ala…Seni seni dedi ala… Soona sana hıııı derim, dedi ala…”

Böylece kendisini nasıl uyaracağımızın ipuçlarını verdi bize. Anne ve baba olarak onu uyarırken yalnızca şunu söylerdik: “Sonra sana Hıııı… derim.”

Yazar’ın işi değil insanlara yön vermek. Sanatın ruhunu yaşatan en etkili kaynak özgürlük. Sanatı başka amaçlar -iyi veya kötü olması çok fark etmez- için güdülemek öldürücü bir yöntemdir sanat için. Edebiyatın sonsuz ve renkli dünyasını yok etmemek için, onu böylesi yardımcı eğitim ögesi gibi kullanmamak zorundayız.

-Ayla Hocam İkinci Dünya Savaşı’nda Polonya’da bulunan bir notta “Bir yazar olarak görevimi iyi yapsaydım bu vahşet yaşanmazdı” diyor adı belli olmayan bu yazar. Katılır mısınız bu düşünceye? Edebiyat hayatımızın neresindedir?
Saçma. Sanatçı topluma yön veremez, bu politikanın ve sosyolojinin işi.
Kuşaklarda kabul gören geleneksel değerlerin toplumda değişmesi amaçlandığında, en olumlu koşullarda bile en az üç kuşağın sonunda bir değişimin gerçekleşebileceğini ölçmüş Ruslar. Bu yüz yıl demek. Böyle zor eğitim işini edebiyat nasıl başarabilir ki?

-Mizahın iyileştirici gücüne ihtiyacımız olan bir dönemden geçiyoruz. Siz ağır başlı bir yazar mısınız? Mizah duygusu eserlerinizin neresinde?
Ben insan olarak gülmeyi, espriyi severim, ama kalemim trajediye kayar.

Hoşça Kal Umut kitabıma biraz daha hafif olsun diye başlamış, her bölümdeki anlatıyı buna göre planlamıştım. Buna karşın ağır trajedilerden biri oldu. Benim tanıdığım despot yazarlığım ne oldu diye romanımın arkasından hayretle bakmıştım. Sonra düşünmüş, şu sonuca varmıştı:

Hayat çıplak doğar. Onu, sözcüklerle oluşturulan edebiyat giydirir.

Neşeyi severim, yaşamı çok ciddiye alınmaması gereken bir şans diye nitelendiririm. Mizah duygusu benim çocuk kitaplarımdadır. Onlarla gülmek, kendimle (yazar teyze olarak) dalga geçmek, böylece onları yüreklerinin ve yüzlerinin gülüşünden yakalamak için.

-Hikâyeler… Hikâyeler… insanlar hikâyeleri severler. Nedir sizin hikâyeniz? Bir sözcük seçmeniz gerekse hikâyenize hangi sözcüğü seçerdiniz?

Tek sözcükle yetinmem için bir neden var mı? Bence yok. Hayatımın amacı ne, diye sorsanız. Ona verilecek cevabım var. Çünkü onu kendime sorumluluk olarak yükledim. Geleceğim, yolun hep o tarafında çizilecek: Kadın kimliğinin bölünmesi, asırlar boyu sürüp giden bir cinayet salgınıdır.

-Dünyayı kontrol edebilmeye başladığından beri insanoğlunu değiştirmekte. Bu yeni bir evrimsel süreç olarak düşünülebilir belki de. Teknoloji git gide hayatımızı ele geçirmeye başladı. Çağın en büyük hastalığı hız oldu. Hızlı olmalıyız, her yere yetişmeliyiz ve görünmeliyiz. Kimsenin bir şeylere uzun uzun odaklanmaya zamanı yok. Hemen anlatmalıyız, hemen izlemeliyiz. Eğlenceli olmalıyız, görselliği yakalamalıyız. Böyle bir değişimde edebiyat nereye evrilecektir?
Bu durum değişmezse -çünkü değişmeyecektir- edebiyat bence bitecektir.

Yine de… İnsan tükenmez diyen yanım da güçlüdür hani.

-En çok neyi özlüyorsunuz?
En çok özlediğim, değerini bilmeyenlerin ele geçirdiği doğal yaşam mekânları. Koyu bir kendini beğenmişlik ortamı içinde; elden gelen hiçbir koruma önlemine izin vermeyen o sorumsuzlara yenilen ülkemin; güzel, verimli mekânlarının sonsuza kadar yok edilmiş olması.

-Barışın unutulduğu bir döneme tanıklık ediyoruz. Tarihin başka bir zamanında doğmuş olmak ister miydiniz? Bu ne zaman ve neresi olurdu? Bunun ardından İnsanlık nereye gidiyor, diye sormak istiyorum? Acilen ne yapılmalı, hemen şimdi?
Daha önce de söyledim, ben “eğer, keşke, varsayalım” gibi şartlı kestirimler yapmam. Bunların bir faydası olduğuna inanmam çünkü. Biri geçmişte kalmıştır, diğeri geleceğe ilişkin bir kıyaslamadır ki… Yapılması gereken hiçbir şeye aldırmadan bildiklerini okuyan kişiler tarafından yönetiliyor dünya.

Dünyamızın ve ülkemizin iyiye gittiğini, gideceğini iddia eden varsa, ne olur tanışalım da beni buna inandırsın.

 

 

Kaynak: https://www.birgun.net/haber-detay/yeryuzunde-yuregi-yureginde-yeryuzu-188397.html