Yazı Atölyesi Blog Sitesi

“Kapımıza değil, Kalbimize vuran buyursun!” Şems-i Tebrizi — http://yaziatolyesi.com/

Köşe Yazıları


 

 Dursaliye Şahan / Editör Gazeteci Yazar

banner@ (1)

Dsaliye Şahan

Pazar günü Troy’da


Soma küllenmeye başladı.Elbette felaketi yaşayanların içindeki yangın değil, seyredenlerin, yani bizlerin yüreğinde küllenmek üzere.Sendika mahkemeye veriliyor.Yıllarca sürecek hukuk mücadelesi.Olsun! Kaç yıl sürerse sürsün.Bakanlıktan biri aileleri umreye götürelim demiş. Olayı gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. 4-5 çocuklu kadınlar havaalanında toplanmış. Çocuklar ağlaşıyor; “Anne babam gitti zaten sen nereye gidiyorsun?”“Umreye gidiyorum yavrum.”Bizim görevimiz Somalı madencilere hatta bütün madencilere destek vermek.Çünkü artık anladık ki madencilik aslında modern kölelikmiş.Sesimiz ve desteğimiz yetkililer in davranışlarını belirliyor. Ne kadar güçlü ve istikrarlı olursak o kadar iyi.Arada bir yerel gazetelerde görüyorum. Soma’ya destek etkinlikleri halen yapılıyor.

Neslihan Altunç’un düzenlediği; Cyprus Meze Bar’daki destek yemeğine katılım fazla olmadığı yönündeydi.

Olsun! Önemli olan onlar için bir şey yaptığımızı gösterebilmek.

Ressam Filiz Kahraman ‘Black’ isimli bir proje başlatmış. Bazı resimlerinin fotoğraflarını gördüm ve bayıldım. Mutlaka gideceğim. Borca-Der’in sergi salonunda açılacak.

Müzisyen Barkın Tarım’da sergiye katılacak.

Bu arada 29 Haziran Pazar günü Troy’da Soma için bir dizi etkinlik var.

Anadolu Kültür Merkezine bağlı olan Cumhuriyetçi Kadınların düzenlediği etkinlikler Pazar günü saat 12’de kitap sohbeti ile başlıyor. Ayşe Kulin’in Geniş Zamanlar isimli öykü kitabının konu edildiği toplantıya konuşmacı olarak katılması beklenen Yazar Gülsüm Öz vize alamadığı için gelemeyeceğini bildirdi.

Kitap sohbetinden sonra oyuncu ve senarist Almula Merter Soma, madenciler ve sanat üzerine bir konuşma yapacak. Katılımcıların paylaşacağı soru ve düşüncelerinden sonra Yavuz Özkan’ın Maden filmi seyredilecek.

Özgür Solma’nın yöneteceği toplantıda Soma’da yakınlarını kaybeden madenci aileleri için destek mesajları içeren açık mektup hazırlanması planlanıyor.

Sözün kısası bu Pazar Troy Cafe’ye davetlisiniz

(124 Kingsland Road, Shoreditch E2 8DP

Bus: 149, 242, 243, 67, 48, 55

Over underground: Hoxton

Salyangoz deyip geçmeyin

100_0121d

Adil Okay. Hapis yatmış, işkence görmüş bir sanatçı. Bacağının biri sakatlanınca hastaneye girmiş. Hasta yatağından tekrar cezaevine alınmış. Tekrar çıkmış. Yine girmiş. Bu kez işkenceden kolu sakat kalmış. Dayanamamış cezaevinden kaçmış.

Darbe yılları. Aydınlar ve sanatçılar için bütün ülke açık cezaevi. İllegal yollardan yurt dışına kaçmış. Arkadaşları için dönmüş. Bu kez onlarla birlikte yine kaçmış.

Lübnan, Beyrut ve Kana’daki Filistin kamplarından İsrail’e karşı savaşmış.

1983’te Fransa’ya göç etmiş. Öykü ve şiir kitapları yayımlanmış, halen yayımlanmakta. Her ortamda, her koşulda aktif olmuş, üretken bir sanatçı. İnancını hiç kaybetmemiş. Mücadelesine hız kesmeden devam etmiş, halen ediyor.

Zaman aşımından yararlanıp ülkesine dönmüş.

Ödüller aldığı kitap çalışmaları Arapça ve Fransızcaya çevrilmiş.

Üç yıl önce küçük kızı Öykü ile birlikte Antakya’da görmüştüm.

Öykü, basına yansıyan bir balon vakasının sevimli kahramanıydı.

Biz balon hikâyesini unutmamıştık ama en azından Resmi makamların bu tirajı komik olayı kapattığını amaküçük Öykü’nün halen arada bir hapishanelere minicik balonlu mektuplar gönderdiğini (bildiğiniz sahici oyuncak balonlar) biliyorduk. Ve o minicik balonların artık sahiplerine yani mahpuslara verildiğini sanıyorduk. Yanılmışız.

Balonlarhalen görevli engeline takılıyordu. Çok azı zarfın üzerindeki isimler ile buluşabiliyordu.

Geçtiğimiz günlerde Adil Okay’ın Karabük Hapishanesine yolladığı bir fotoğraf ve kartpostaliçin soruşturmaya alındığı haberini aldım.

Söz konusu fotoğraf şöyle: Arka planda küçük Öykü. Önde bir salyangoz.

Savcılığın iddiası; fotoğrafın bir “kroki” olduğu yönündeydi. Tabii ki; mahpusların kaçma planı için hazırlanmış bir kroki anlamında.

Şaka gibi değil mi?

Hayır hiç şaka değil. Durum çok ciddi. Kendi halinde yaşayan bütün işi barışa, huzura, demokrasiye ve sanata katkı sağlamak olan bir sanatçıya hatta onun küçücük kızına bile izin yok.

Sağlıcakla kalınız.

Bilgi:

Londra Cumhuriyetçi Kadınlar Derneği Soma için toplanıyor.

Konuşmacılar arasında oyuncu ve yazar Almula Merter var.

29 Haziran Pazar günü saat 14.00

Troy Cafe 124 Kingsland Road, ShoreditchLondon E2 8DP

Dürsaliye Şahan

&&&&

Dedikodu


Yalçın Küçük’ü bilirsiniz.En can alıcı konuları ele alırken bir ucunu magazine bağlamak gibi bir mahareti vardır. Okuyucusunun ve izleyicisinin bolluğu biraz da bu renkli kişiliğine bağlı diye düşünüyorum.Mesela dilinden Hülya Avşar’ı hiç düşürmez. “Türkiye’de dış işleri bakanları İbrani asıllılardan seçilir. Hülya Avşar da İbrani asıllıdır,” demişti.Söylediğinin doğruluğu ayrı bir konu ama hayatında bir kez bile dış işleri bakanını düşünmemiş en sıradan insanlara dahi cümlelerini ezberletmeyi başarmıştı.Magazin dediğiniz ne ki? Medyanın dedikodu yüzü.Burun kıvıranların bile bakmadan edemedikleri şişirme haberler. Başbakanın deyimi ile ‘insan fıtratı’ işte. Magazine yani dedikoduya meyilli.Gezi olaylarını dergiye taşıdıkları için NTV bünyesinde çıkan tarih dergisi Temmuz 2013’de kapanmıştı. Çalışanlar da bir kahramanlık örneği gösterip; sansürlenen sayıyı kitaplaştırmışlardı. İkinci bir kahramanlık daha yapmışlar. Tam bir yıl sonra 1 Haziran 2014’de aynı kadroyla dergiyi bağımsız çıkarmaya başlamışlar. Kutluyorum.İstanbul’a gittiğimde dergiyi aldım. İlk sayı iki dergi olarak çıkmış. Biri Gezi olaylarını derlemiş diğeri madencilere ağırlık vermiş. Bu da güzel.Edvard Munch’ın baret ilaveli meşhur Çığlık tablosu kapak olarak çok çarpıcı olmuş.Baylan’da yorgunluk kahvesi içerken karıştırmaya başladım.Meğer madencilerle ilgili bilmediğimiz ne çok şey varmış. Afrika’daki açlara sızlanan bizler burnumuzun dibine kör ve sağır kalmışız.

Renkli kuşe kağıda basılmış sayfalar arasında “Sanata Yansıyan Maden” kısmı da var. Van Gogh, Monet, Henry Moore, Richard Llewellyn, Sakubel Yamamoto… Bizden sadece iki örnek verilmiş. Biri Zeki Demirkubuz’un ‘Kıskanmak’filmi, diğeri Yılmaz Erdoğan’ın ‘Kelebeğin Rüyası’ filmi. Yani madencileri anlatan bu iki filmden başka hiç eser yokmuş gibi görünüyor.

Oysa Türk edebiyatında madenciler elbette var:

Nâhid Sırrı Örik, ‘Kırmızı ve Siyah.’

Reşat Enis, ‘Afrodit Buhurdanında bir Kadın.’

Ahmet Naim Ereğli (aynı zamanda madencidir)  ‘Bir Yudum Soluk.’

Levent Ağralı (madenci,)   ‘Göçük’ adlı eseri ile 1976 yılında Milliyet roman ödülünü aldı.

Behçet Kalaycı (madenci,)  ‘Kıvırcık-Genç Bir Madencinin Öyküsü.’

Erol Çatma, Gelik havzasındaki büyük grevi anlatır.

Metin Köse,  ‘Mükellefiyet’ ve ‘Göl Dağı romanları.’

İrfan Yalçın, ‘Ölümün Ağzı.’

Mehmet Seyda’nın ‘Yanartaş.’

Eminim liste daha da uzayabilir.

Ha unutmadan ilave edeyim yıllardır madenciler ile ilgili öykü yarışması düzenlenir ve dereceye girenler bir kitapta toplanır ki bazıları çok çok iyidir.

Gelelim sinemaya. Bence böyle bir sıralamada önce Yavuz Özkan’ın  Maden filmini yazmak gerekiyor.

Maden filmini atlayıp Kelebeğin Rüyasını madenci filmi gibi anlatmak sadece magazini ne kadar içselleştirdiğimizi gösterir.

Popüler olanı farkında olmadan öne çıkardığımızda çoğu zaman gerçeğe sırt dönmek zorunda kalıyoruz.

Yalçın Küçük bizim bu zaafımızı fark etmiş olmalı. Önce yem atıyor sonra söyleyeceğini söylüyor.

Peki gerçek sanat böylesine ucuz bir ambalajı hak ediyor mu dersiniz?

Dürsaliye Şahan

Kürk Mantolu Kadın

Dürsaliye Şahan

Bizim zamanımızda servisler yoktu. Okula yürüyerek gidip geliyorduk. Her durumun kendine göre avantajları olur ya, bizim de dezavantajlarımızın çokluğuna karşın ufak tefek, şimdiki çocuklara nasip olmayan güzelliklerimiz vardı elbette. Mesela okulu kırmak kolay ve daha zevkliydi. (Cep telefonu henüz icat edilmemiş, çoğu evde sabit telefon bile yoktu.)

Okul kırmalarında çoğunluk sinemaya giderdik.

Maden filmini de böyle bir okul kaçışının peşinde hatırlıyorum.

Ayakkabılarımıza su dolmuştu film başladığında ben çoraplarımı çıkarmış ayaklarımı bez mendilimle kurulamaya çalışıyordum. Demek ki mevsim kıştı. Ha bir de bu film hatırladığım kadarı ile ya yasaklıydı ya da yasaklanma ihtimali mi vardı ne? Çünkü bir telaş gidip görmüştük. Gruptan iki kız birbirine küstü ben araya oturmuştum. O vakitler patlamış mısırda fazlaca satılmıyordu herhalde. Çünkü anılarımda o yıllara ait kocaman bir patlamış mısır keyfi ile sinema izlerken ki halim hiç yok.

Neyse işte Maden filminden çıkıp Beyazıt’a gitmiştik. Küllük vardı. Bir de onun yakınında başka bir kafe. Galiba biz Küllük’de oturmuştuk. Sendikacı abiler Maden filminin bizim görmediğimiz yanlarını anlatmıştı da ağzımız açık dinlemiştik.

Yine de her zamanki gibi bombayı Semra patlatmıştı. Sendikacı abinin o ciddi konuşmasının ardından ilk soru hakkını alarak ayağa kalkıp filmdeki fahişe karakteri ile ilgili absürt bir soru sormuştu da o ciddi abinin bile yanakları kızarmıştı.

Kimileri bıyık altından gülmüştü ben masanın altından otursun diye eteğini çekiştiriyordum. Semra zaten hep böyle yapardı. Biz kızdığımızda; “Size ne,” derdi.

Muhakkak orada da muzip bir soru sorarak Maden filmini bile sulandırmayı başarmıştı. Hâlâ aynı öyle…

Bianet.org’daki köşesinde Elif Akgül demiş ki; “Madem filmi 36 yıldır vizyonda.” Yani diyor;  sömürü tam gaz devam ediyor. İşçilerMadenfilmindeki Halkalı Kadın, o fahişe karakteri kadar bile haklarını savunamıyorlar.

Tarık Akan Maden filminden sonra birçok işçinin sendikaya üye olduğunu söylemiş. Kimileri de diyor ki, peki niye işçileri anlatan filmler bu kadar az?

Doğru aslında. Etrafınıza bakıyorsunuz; açık kapı çok. Fakat her ne hikmetse o kapılar Maden gibi işleri yapanlara karşı hiç misafirperver değil.

Maden filmi 36 yıl önce çekilmiş. Hangi kanalda kaç kez seyrettiniz?

ürsaliye Şahan

Dursaliye Sahan

Gazetelerden bir haber: “Bornova İlçesi’nde, üniversite öğrencisi 21 yaşındaki genç kız intihar etti. Çantasından; “insanlardan bıktım. İnsanlar bana kötü davranıyor. Dışlıyorlar. İnsanlardan nefret ediyorum” yazılı not çıktı.

Bu kez yer İstanbul. Mekan Doğa Koleji. (Şu ‘Pis Yedili’ dizisine ev sahipliği yaparak şöhretini artıran okul.)

Daha İstanbul’a gelmeden çocuklar bu okulu seçmişlerdi. Nasıl olsa sadece bir yıl kalacağız mutlu olsunlar düşüncesi ile kucak dolusu parayı feda edip kayıt olmuştuk.

Sadece iki çocuk için ödenen servis ücreti ile ikinci el bir arabayı rahatlıkla alabilirsiniz. Bu kadar lüks içindeyiz artık gerisini siz düşünün.

Çocuklarımın okul hayatı daha ilk günden itibaren bana hayli ilginç deneyimler kazandırmıştır ki ana babalık sınavı asıl eğitim hayatında başlar derim. Mutluluklarını önemseyip okulu es geçmek gibi ender bulunan bir özelliğim var. (Allah’tan babaları mantıklı bir ebeveyn olarak her seferinde zamanında müdahale etmeyi başarmıştır.)

Neyse dönelim ülkenin her yanına banka gibi şube açan Doğa Koleji’ne.

Okulda yaşanan hayvan hakları ihlalini kaleme aldığımda oğlum; “Anne lütfen arkadaşlarımdan ayrılmak istemiyorum,” diyerek engellemişti ama hâlâ içimde bir suçluluk duyarım.

Londra’ya geldik. Kızım geride kalan yıllığını alamadığı için mızmızlanıp duruyordu. Sekizinci sınıfı bitirirken hazırlanan her sayfada bir öğrencinin tanıtıldığı bildiğiniz okul yıllığı. Ama iş Doğa Koleji’ne gelince durum değişiyor tabii. Yıllığa fotoğraf lazım ama yağma yok. Öyle her fotoğrafçıda olmaz. Bağdat Caddesinde İstanbul’un en lüks fotoğrafçısına gideceksiniz. Vitrininde mankenlerin, sanatçıların, güzellik kraliçelerinin görüntüleri dolu kalabalık bir yer.

Buraya ödediğiniz para ile de orta halli bir kamera alabilirsiniz. Okul günlüğü almaya mecbur muyuz diyeceğim ama kızıma bunu yapamam. Yine neyse dedik ve  fotoğrafları teslim ettik. Sıra geldi öğrencilerin birbirleri için yazacakları yazıya. Kızım ikide bir gelip soruyor acaba kimler için yazsam? Kızım kimi istiyorsan onu yaz. Bazen de gelip, acaba benim için ne yazdılar diyor. Aldırma diyorum. Ne yazarlarsa yazsınlar. Aaa olur mu anne. Kötü bir şey yazmalarını istemem. Kızım kötü ne yaptın ki filan diyorum. Böyle yani. Klasik ana kız konuşmaları.

Sonra o yıllığı almamız ayrı komik bir macera oluyor. Okul yurt dışına postalamak istemiyor. 150 TL ödediniz tamam ama diyor yurt dışı postası pahalı.

Neyse Paskalya tatilinde İstanbul’a gittik. Kızım koşarak okula gitti. Gelene kadar okumuş. Kapıdan girdi ağzı kulaklarında. Efendim ne çok seveni varmış da ah ne kadar iyi arkadaşlarmış… Biri sessiz prens demiş. Biri de bakmayın sessiz durduğuna volkan gibi patlar filan demiş. Cıvıl cıvıl her zamanki gibi.

Aklım pahalı fotoğraflarda. Elime alıp sayfaları çeviriyorum. İmla yanlışları gözüme batıyor ama kendi kendime boş ver diyorum. Nasıl olsa artık bu okul ile ilginiz kalmadı. Birinin fotoğrafını da üst üste basmışlar. Teknik hata olur böyle şeyler. Pahalı iş hatasız olacak diye bir kural mı var? Boş ver. Birden bir sayfa dikkatimi çekiyor. Tanıyorum. Bir iki kez görmüştüm galiba. Sayfası bomboş. Kızım; “Haa anne kimse yazmamış, onun için,” diyor. Nasıl yani? Hiçbir arkadaşı onun için bir şey yazmamış. O yüzden onun sayfasında sadece fotoğrafları var.

İyi de her sayfa dolu, hatta bazıları dolmuş taşmış, punto filan küçültmüşler.

Peki o küçücük kız o yıllığı alınca neler hissetti? O ağlarken annesi ne yaptı? Anne olanlar bilir. Çocukların acısı anneleri daha çok acıtır. Çocuğunuzun yüzündeki ufak bir tokat sizin yüzünüzde ağır bir şamar olur.

Bir okul, bir öğretmen, bir eğitimci hatta sıradan bir yetişkin bu kadar duyarsız olabilir mi? Bu nasıl bir anlayıştır. O yıllığı düzenleyen her kimse bunu görmedi mi? Sınıftaki öğrencilerden bir iki tanesini o küçük kız için yazmaları konusunda motive edemez miydi?

O küçük kızın hayatı boyunca buruk bir anı olarak anımsayacağı o yıllığı en azından aldıkları para için daha dikkatli hazırlayamazlar mıydı?

Birini haksız yere dışlamak nefret suçudur. İnsanlar nefret suçunu küçük yaşlarda ailelerinin ve eğitim ortamının sayesinde öğreniyorlar.

Bir üniversite öğrencisi, bir gün intihar ettiğinde, dibinde yatan işte o görmek istemediğimiz nedenlerin çıkış noktası; bazen böyle küçük masum görünümlü bir okul yıllığı da olabilir.

Okul nefret suçlarına göz yumduğunda o suça ortak olmakla kalmıyor, o suçu teşvik etmiş de oluyor.

Sağlıcakla kalınız.

Dürsaliye Şahan

Dursaliye Sahan

Gariptir, sinema dünyasında kısa filmin değeri halen anlaşılamadı. Üstelik  tarih kısalarla başlamışken…

Kısa film ile öykü arasında ortak noktadır bu. Yüzlerce sayfa yazılan aptal bir roman canım öykülere tercih edilir.

Neyse konumuz öykü roman arasındaki haksız rekabet değil.

Kısa filme dönelim.

Sevgili Veysi Sala sağ olsun bir duyuru göndermiş: İstanbul Film Akademi Kısa Film Senaryo Yarışması düzenlemiş.

Ödül de iddialı ve Londra ile de bağlantılı olduğu için buraya aldım.

Yarışma koşulları aşağıda.

• Yarışma kurmaca türündeki senaryolara açıktır.

• Yarışma kapsamındaki “1 erkek, 1 kadın, 1 ev, 2 dakika” konsepti dışındaki senaryolar değerlendirmeye alınmayacaktır.

• Yarışma senaryoların gerçekleştirilmesini amaçladığından, başvuran senaryoların prodüksiyon açısından çekilebilir özelliklere sahip olması önemli bir değerlendirme unsurudur.

• Yarışma amatör, profesyonel ayrımı yapılmaksızın herkese açık olup, başvuru için yaş sınırı bulunmamaktadır.

• Her yarışmacı en fazla 3 senaryo ile başvuru yapabilir.

• Daha önce başka yarışmalara başvurmuş olmak, yarışmaya katılım için engel değildir.

• Yarışmaya başvuran senaryoların daha önce filme çekilmemiş olması gerekmektedir. Daha önce çekilmiş olduğu belirlenen senaryolar değerlendirme dışı bırakılır.

• Ödül tutarı 55 bin dolar. (The Art Institutes 10 yarışmacıya toplam 55 dolarlık eğitim bursu) Ayrıca İstanbul’da Yönetmenlik kursu.

• Yarışmaya birden fazla kişiden oluşan senaryo grupları başvurabilir ancak ödüller bir kişiye verilir. Senaryo ekibi başvurularında senaryonun kazanması halinde ödül senaryo ekibinin belirleyeceği  ekip içerisinden bir kişiye verilecektir.

• Senaryolar Amerikan senaryo formatına göre hazırlanmış olmalı; format, yazım ve imlaya dikkat edilmelidir.

• Senaryoda telif hakları ihlaline dikkat edilmeli, özgün olmayan metin, görüntü, müzik gibi öğeler hikayeye dahil edilmemelidir.

• Katılımcılar ilk sayfasında filmin adı, senaristlerin adı ve kısa özgeçmişlerini içeren senaryolarını 30 Mayıs 2014 saat 24.00’a kadar yarisma@istanbulfilmakademi.com adresine word veya pdf belgesi olarak göndermelidirler.

• Yarışmaya başvuran senaryolar iade edilmez, ticari amaçlarla kullanılmamak ve tüm hakları katılımcılarda kalmak kaydıyla İstanbul Film Akademisi arşivinde saklanır.

• Yarışmaya başvuran katılımcılar bu koşulları kabul etmiş sayılır.

Dürsaliye Şahan

Dursaliye Sahan

Paskalya tatilinde İstanbul’a gittik. Uçağa oturur oturmaz oğlum kulaklığı taktı. Ona baktığımı görünce hemen uzanıp bana da bir film açtı. Hiç niyetim yoktu ama iyi oldu. Epeydir aklımdaydı. Markus Zusak&39;ın neredeyse bütün dillere çevrilen Kitap Hırsızı sinemada da ses getirmişti. Bütün Nazi hikayeleri gibi. Yönetmen Brian Percival.

Film çok övgü aldı ama nedense okuduğunuz hikayenin aklınızda kalan cümlelerini hatta sahnelerini arıyorsunuz. O bölüm nerde der gibig Ya da senaristin eklediği bir repliği hangi sayfada okuduğunuzu düşünüyorsunuz.

Neyse kısaca filmin konusunu aktarmak gerekirse; ikinci dünya savaşı sırasında Nazi subaylarının ortasında, Alman bir ailenin eline düşen küçük bir kız çocuğunun başından geçen dramatik olaylar.

Ne zaman Naziler ile ilgili bir film seyretsem aklıma şu gelir. Seri katilin, en acımasız canilerin bile iç dünyalarını anlatan onlarca film yapıldı. Hatta geçimini kiralık katil olarak sürdüren kahramanların aşkları ballıra ballıra defalarca işlenip neredeyse iyi ki kiralık katil olmuş dedirttiler. Peygamber gibi resmedilen karizmatik mafya babalarını saymıyorum bile.

Nazi subayları Mars’tan gelmediğine göre biz bunları anlatan hikâyeleri ne zaman izleyeceğizg Tarihteki en büyük soykırımını gerçekleştiren Adolf Hitler tek başına değildi ki. Onca adamı nasıl bu kadar kötü olabildig

Sıradan bir izleyici olarak bir Nazi subayının iç dünyasını ve motivasyonunu anlatacak hikâyeyi fena halde merak ediyorum. (Bir türlü ne olduğu çözülemeyen uyduruk Hitler filmlerini kast etmiyorum tabii.) Kim bilir belki bugün hâlâ devam eden onca savaşa da bir nebze olsun ışık tutabilir. Soykırımlar bitmedi ki…

İki hafta çabucak geçti. Dönüşte oğlum da kızım da aynı filmi izlemeye başladı. İğrenç bir Hollywood aksiyonuydu. Önümdeki menüde dolaşırken Yavuz Özkan’ın İlkbahar Sonbahar filmine rastladım.

Film 2009 yılı yapımı. Konu Yavuz Özkan olunca popüler bir çalışma olmadığını söylememe gerek var mıg

Çiçek çocuklarının hayali barış dolu bir dünyaydı. Ne yazık ki bu hayalleri giderek gök kuşağına dönüştü. Zümrüd-ü Anka efsanesine benzeyen o ütopya mümkün değil miydig

ürsaliye Şahan

04 09 2014

Dursaliye Sahan

Gelecekteki şoklar

Paskalya tatilinde İstanbul’a gittik. Uçağa oturur oturmaz oğlum kulaklığı taktı. Ona baktığımı görünce hemen uzanıp bana da bir film açtı. Hiç niyetim yoktu ama iyi oldu. Epeydir aklımdaydı. Markus Zusak&39;ın neredeyse bütün dillere çevrilen Kitap Hırsızı sinemada da ses getirmişti. Bütün Nazi hikayeleri gibi. Yönetmen Brian Percival.

Film çok övgü aldı ama nedense okuduğunuz hikayenin aklınızda kalan cümlelerini hatta sahnelerini arıyorsunuz. O bölüm nerde der gibig Ya da senaristin eklediği bir repliği hangi sayfada okuduğunuzu düşünüyorsunuz.

Neyse kısaca filmin konusunu aktarmak gerekirse; ikinci dünya savaşı sırasında Nazi subaylarının ortasında, Alman bir ailenin eline düşen küçük bir kız çocuğunun başından geçen dramatik olaylar.

Naziler ile ilgili bir film seyretsem aklıma şu gelir. Seri katilin, en acımasız canilerin bile iç dünyalarını anlatan onlarca film yapıldı. Hatta geçimini kiralık katil olarak sürdüren kahramanların aşkları ballıra ballıra defalarca işlenip neredeyse iyi ki kiralık katil olmuş dedirttiler. Peygamber gibi resmedilen karizmatik mafya babalarını saymıyorum bile.

Nazi subayları Mars’tan gelmediğine göre biz bunları anlatan hikâyeleri ne zaman izleyeceğizg Tarihteki en büyük soykırımını gerçekleştiren Adolf Hitler tek başına değildi ki. Onca adamı nasıl bu kadar kötü olabildig

Sıradan bir izleyici olarak bir Nazi subayının iç dünyasını ve motivasyonunu anlatacak hikâyeyi fena halde merak ediyorum. (Bir türlü ne olduğu çözülemeyen uyduruk Hitler filmlerini kast etmiyorum tabii.) Kim bilir belki bugün hâlâ devam eden onca savaşa da bir nebze olsun ışık tutabilir. Soykırımlar bitmedi ki…

İki hafta çabucak geçti. Dönüşte oğlum da kızım da aynı filmi izlemeye başladı. İğrenç bir Hollywood aksiyonuydu. Önümdeki menüde dolaşırken Yavuz Özkan’ın İlkbahar Sonbahar filmine rastladım.

Film 2009 yılı yapımı. Konu Yavuz Özkan olunca popüler bir çalışma olmadığını söylememe gerek var mıg

Çiçek çocuklarının hayali barış dolu bir dünyaydı. Ne yazık ki bu hayalleri giderek gök kuşağına dönüştü. Zümrüd-ü Anka efsanesine benzeyen o ütopya mümkün değil miydig

Dürsaliye Şahan

04 02 2014

Dursaliye Şahan

Ölümsüz hayatlar

2004 yılının yazında, Datça’da Zeynep abla (Alanç) ile sohbet ediyoruz. Mübadele çocukları ile ilgili araştırmasına yeni başlamış, gece gündüz çalışıyordu.

İstanbul’a gittiğimde Beyazıt Kütüphanesinden bazı eski gazetelerin fotokopisini istemiş, ben de göndermiştim.

Çalışmaları ağır ilerliyordu çünkü en ufak bir şüpheye yer vermemek için eline geçen bütün bilgileri belgelendirmeye özen gösteriyor, her zamanki titizliği ile kılı kırk yarıyordu. Hata yapmamak için sürekli birileri ile konuşup eline geçen bilgileri teyit ettiriyordu.

Bu arada henüz su yüzüne çıkmamış, her biri ayrı bir dram olan onlarca hayat hikayesi ile karşılaşıyordu.

Mübadele deyince aklımıza hep gayri Müslümler gelir ya, aslında başka bir gerçek daha var. Sadece Ermeni çocukları değil Müslüman çocukları da mübadeleden nasibini almış.

Memurlar araştırma zahmetine katlanmadıkları çocukları; “Bunlar da Ermeni çocuğu olmalı,” diyerek öz ana babasından koparıp İstanbul’daki kilise papazına teslim ettikleri onlarca Müslüman çocuğu olmuş.

Hani kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi.

Milliyeti, dini, ırkı ne olursa olsun çocuk çocuktu ve her zaman yetişkinlerin gazabına uğruyordu ve işte bizim tarihimizde de (Osmanlı ve ondan sonraki Cumhuriyet döneminde) bir kez daha çocuklar mağdur edilmişti.

Hep düşünmüşümdür. Hiç mi bir devlet büyüğü akıl edememişg Bir insan, tek bir memur bile el atsaydı belki bunca acı yaşanmayacaktı.

Zeynep ablanın bulup çıkardığı o gerçek yaşam öyküleri bunca yıl ölü gibi niye arşivlerde kalmıştı kig

Hani bir söz vardır: “Allah kimseyi evladı ile cezalırmasın!”

Bu sözü söyleyen bizler ne yaman bir çelişki dir ki; kendi çocuklarımızı ne kadar sever ne kadar korursak başka çocuklara karşı da o denli duyarsız olabiliyoruz.

Geçen hafta Zeynep abla Yazar Kurken Surenyan’ın çocukluk hikayesini kaleme almış. Bu kadar acıyı bir çocuk nasıl kaldırabilmiş sonra da yazar olabilmiş anlamak mümkün değil. Okurken ağladım.

Kurken Surenyan artık aramızda değil. Onu kaybettik. Ancak Kurken Surenyan gibilerinin hayatı gördüğünüz gibi ölümsüz.

Bakın. Hiç tanımadığı, birileri tarafından bir gün yaşadıkları gün ışığına çıkartılabiliyor. Sonsuza kadar gözümüzün önünde kalsın diye de kayıt altına alınıyor.

Sağlıcakla kalınız.

Dürsaliye Şahan

03 26 2014

Dursaliye Şahan

Ufolar Türkiye’ye inebilir

Ufolar içindeki uzaylılarla birlikte her an Türkiye’ye inebilir.

Dünyanın bir çok yerine indiğini NASA bile doğrulamadı mıg Türkiye’ye neden inmesin kig Hatta belki Türkiye’ye de indi de bizim haberimiz yok.

İki gün önce Habertürk’teki Pelin Çift’in sunduğu Öteki Gündem’de  üç konuk vardı. Mehmet Ali Bulut, Kemal Özer ve Oğuz Özyaral.

Programın özeti: Yediğimiz içtiğimiz her şey haram pardon zararlı. Bunun sebebi de şeytan ile işbirliği yapanlar. Amerikalılar ve İsrailliler insanlığı katletmeye yeminli.

Yukarıda özetini verdiğim programın içeriği korku filmlerini aratmayacak türden onun için daha fazla keyfinizi kaçırmak istemiyorum ki zaten çoğunu da biliyorsunuz.

Benim için daha ilginç olan Malezya uçağı ile ilgili Kemal Özer’in yorumuydu.

“Koskoca uçağın kaybolduğuna kimse beni inıramaz. O bölgedeki Amerikan üslerinden birine indirilmiş olma ihtimali yüksek,” diyordu.

Aslında çok mantıksız değil. Koskoca uçak. Hiç mi düştüğü yeri gören olmamış.

Neyse ben kaybolan Malezya uçağı hakkında ufoların günahını almıştım.

Şöyle bir a pat diye uçağı içindeki garibim yolcularla birlikte bilmem kaç ışık yılı uzaklığındaki adını sanını bilmediğimiz, sakinlerini hiç tanımadığımız bir evrene götürmüş olabilirler mi diyordum.

Bizim Malezya uçağından inen bi çare yolcular garip uzaylılar karşısında şaşkın, ezik ne yapacaklarını bilemiyorlardır.

Dedim ya, Nasa’nın bu güne kadar yaptığı ufolarla ilgili açıklamalara baktığınızda çok da gerçek dışı bir ihtimal değil. Peki Amerikalı bilim adamları böyle bir ihtimali neden hiç düşünmemiş gibi dile getirmiyorg Uzaylılara karşı güçsüz konumuna düşmek istemedikleri için olabilir mig

Malezya uçağı bulunamazsa işin içinde ufolar olma ihtimali artar.

Peki uzaylılar şu seçim arifesinde Türkiye’ye gelse ne olurg

Herkes başbakanın seks kasetini beklerken pat diye sadece uzaylılar gelse hayal kırıklığına uğrar mıyızg Mesela bütün ülke; “Hadi yaaa!” der mig

“Siz aklınızı kaçırdınız, yönetime el koyuyoruz!” deseler…

“Bunlar da Pensilvanya’nın işi,” diyerek onlara da alışır mıyız acabag

Sağlıcakla kalınız

03 05 2014

Dursaliye Şahan

Ustam ve Ben intihal (mig)

Duyduk duymadık demeyin. Neriman roman yazıyor. Biçare okura bu zulmü yaşatamazsın dedim ama o ilk kocasının sıradan çapkınlıklarını cümle aleme duyurmaya kararlı.

Bu acı gerçek karşısında bana düşen görevde, 200 sayfalık tefrikada ‘üç beş tane’ diye tabir edilen, aslında bir iki milyon imla yanlışını düzeltmek oldu. (Canım arkadaşım eserini! kıskanmadığıma başka türlü ikna olmayacağını söyledi.)

‘Yüzyılın aşk hikâyesi’ndeki yazım yanlışlarını temizledikten sonra bitap vaziyette şükür duasına durmuştum ki pat diye önüme attı.

“Al bu da lolipopun olsun!” dedi.

Aaaa! Elif Şafak’ın, Doğan Kitap’tan çıkan son romanı: “Ustam ve Ben.”

Piyasaya çıkar çıkmaz intihal iddiaları ile edebiyat gündemine balıklama dalış yapan şu mor kitap. Ünlü yazar Jose Saramago’nun ‘Filin Yolculuğu’ kitabından alıntı olduğu iddia edilmişti. (İnsanın adı çıkacağına canı çıksın.)

Bu kadar ünlü ve yetkin bir yazar üst üste intihal iddiaları ile yüzleşmeyi nasıl başarıyor bilemiyorum.

Sitemkar yanıt yerinde: “Üç yılımı verdim, çamur atmak bu kadar kolay mıg”

Burada durup, kitabın kısacık özetini vermekte yarar var.

“Hindistanlı küçük Cihan’ın eline doğan fil yavrusu Sultan Süleyman’a hediye edilir. Böylece maceralar zinciri başlar. Mimar Sinan’ın çırağı olan gözü pek kahramanımız, imkansız aşkında cesaretsizdir. Ve tabii bir kavuşamayan aşk ki; okuyucu sayfalar arasında tırısa kalkar haliyle. Yani bildik küçük tuzak. (Usta yazarların çoğu bunu yapar ve dahası okuyucu da bu durumdan memnundur.) Kitaptaki tek zarf bu değil. Bkz: “Ustamdan geriye kalan yüzlerce eserden ve binlerce, binlerce taştan bir tanesi var ki, altında gizli Arzın Merkezi.”  Sonuna kadar o taş nerede ve de altından ne çıkacak diye bekliyorsunuz.

Bütün bildik kurallara rağmen yazarın dil zenginliği dinlemekten bıkmadığınız bir dostunuzun hoş sohbeti gibi sizi sürüklüyor. Kitap beni çarptı filan diyecek halim yok ama okurken keyif aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Ya da Neriman’ın yaptığı işkenceden sonraki yorgunluk kahvesi gibi oldu diyelim.

Kitabın baba cümlelerinden; “Öğrenme aşkıyla geçti ömrümüz,” ise son satıra saklanmış yine o ulvi aşka yapılan gönderme.

Konumuza, intihal iddiasına dönecek olursak; telif mağduru bir yazar olarak bu tür vakalara duyduğum ilgi kadar objektif olmaya da özen gösteriyorum.

Eser hırsızlığından mağdur olmak nasıl can yakıyor iyi biliyorum ama haksız yere itham edilmek de onur kırıcı olsa gerek.

Son söz olarak şunu söylemeden edemeyeceğim. Elif Şafak; raflardaki sırası tartışılsa da rüştünü ispat etmiş bir yazar. Dili bu kadar ustaca kullanabilen bir sanatçı konu bulmakta, kurgu yaratmakta zorlanabilir mig Bence işin en kolay yanı bu. Bu hayatta konudan bol bir şey yok. Hatta hayatında hiç roman yazmamış biri bile size harika konular önerebilir. Muhteşem bir hikayeyi anlatıp size istediğinizden fazla ilham verebilir ama işin püf noktası başka bir yerde. Topraktan çıkan nice maden, ham haliyle bir şeye benzemez ama iyi bir sanatkarın elinde bakanı büyüleyebilir.

Bana göre Elif Şafak gibi ele aldığı konuyu hakkıyla işleyebilen edebiyatçı az.

En kısa sürede Saramago’nun kitabını okuyup düşüncelerimi yazacağım.

Sağlıcakla kalınız.

02 19 2014

Dursaliye Şahan

Sevimli hırsızlar

Kulak arkası ettiğimiz duyumlardan biridir: “Kanserin çaresi bulundu ama ilaç firmaları büyük bir endüstri olduğu için açıklanmıyor.”

Hoş kulak arkası etmesek ne olacakg Belgesellere konu olan, bu gözü doymak bilmeyen firmalar şifadan çok zehir dağıtıyor gibiler. (Piyasadan çekilen ilaçları anımsayın lütfen.)

Hükümetleri kukla haline getiren bu dev firmalar dünyanın kaderine de hükmedecek hale gelmek üzereler.

Kanser ve daha bir sürü hastalık çığ gibi büyüyormuş! Bu da zaten onların işine gelmiyor mug

Peki konunun uzmanları ne diyorg Uzun uzun konuşuyorlar ama ben buraya en önemli cümlelerini aldım.

Prof Dr Pınar Saip: “Bunu keşfetmiş firma zaten köşeyi döner. Hem bu tür bilgilerin gizli kalması mümkün değil.”

(Tabii. Örneğin NASA’daki bilgilerin çoğu kamuya açık!)

“İlaç araştırmaları büyük bir sermaye gerektiriyor. Bu nedenle daha çok ticari değeri olan çalışmalar ağırlıkta. Hükümetler akademi kaynaklı ilaç çalışmalarını özendirecek tedbirler almalı.”

SSK ve Bağ Kur’un kasasını herkesin eline bir torba ilaç tutuşturarak boşaltırken ilaç firmalarını palazlıran, hediyeler, primler alan doktorların yapacağı akademik çalışmalardan mı söz ediliyor acabag

Bakın Profesör İbrahim Güllü ne demişg “…kanserin bir ilacı varsa hiç vakit kaybetmeden istediği fiyattan bütün dünyaya pazarlar, tüm diğer firmaları alt eder ve dünya piyasasına hakim olur.”

Evet. İlaç firmalarının aynen bu mantıkla çalıştığı zaten aşikar. Hatta sektördeki patronların rüyaları da muhtemelen şöyle: Can çekişen milyonlarca insan yalvar yakar ilaç firmalarının kapısında. Onların kasasında ise bu insanları hayata döndürecek ilaç var. İlacı hastalara dağıtıyorlar ama bir şartla. Hasta neyi var neyi yoksa ilaç firmasına bağışlıyor. İyileşiyor ve tabii hayata sıfırdan başlıyor.

Profesör Gökhan Demir: “Bu, ‘Amerikalılar marslıları biliyorlar, onlarla ilişki içindeler ama dünyadan saklıyorlar’ gibi bir şehir efsanesi.”

Tarihteki birçok şehir efsanesine bakın. Acı gerçeklerden oluştuğunu göreceksiniz.

Şimdi gelelim ilaç firmalarına. Örneğin NTV’den Tülay Karabağ kanser ilaçlarını üreten üç büyük firmaya bu soruyu yöneltmiş. Ancak bu ilaç firmaları yurt dışı bağlantılarını öne sürerek susmayı tercih etmişler. Manidar değil mig

Yukarıdaki haber iki yıl önce yayımlı. Geçtiğimiz günlerde de konuyla ilgili başka bir haber çıktı.

Başlık aynen şöyle: “Kanser ilacı fakirler için değil!”

Bayer’in Hollalı CEO&39;su Marijn Dekkers, 67 bin dolarlık kanser ilacı hakkında “Doğruyu konuşalım Biz bu ilacı fakirler için değil zenginler için geliştirdik” dedi.

Hindistan hükümeti Nexavar adlı kanser ilacının patentsiz üretimine onay verdiği için BAYER’in genel müdürünü çıldırttı. “Bunun adı hırsızlıktır. Doğruyu konuşma zamanı geldi. Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını batıda yaşayan ve maddi güce sahip insanlar için geliştirdik.”

Hindistan’daki ‘hırsızlar’ bu pahalı buluşu kaça satıyor dersinizg Sadece 177 dolara.

Amerika’da ve dünyanın birçok yerinde sivil toplum örgütleri BAYER’e karşı dava açmaya, firmanın ilaçlarını almayarak protesto etmeye hazırlanıyorlar.

Türkiye’den ses çıkmadı, ya da ben duymadım. Oysa BAYER’in en büyük müşterilerinden biri de bizim ülkemiz.

Sağlıcakla kalınız.

02 11 2014

Dursaliye Şahan

Cinlerin selamı var

Öykü nedirg

İmbikten süzülen bir avuç sözcüğün, yazarına mahsus sırasında has cümlelere dönüşerek; tam da o hayal anı için yaratılmış bir adem oğlunu resmetmesi denebilir mig

Neden olmasıng Dilin kemiği yok!

Peki, o seçilmiş sözcüklerin özene bezene çizdiği siluetlere edebiyat jargonunda ne deniyordug Karakter ya da kahraman…

Elle tutulmasa da; en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün karakterler capcanlıdır.

Dahası ölümsüz…

Yeter ki; sarı saman kâğıda bir kez dökülmeyi görsün.

“Ah ben bu eseri doğurmak için ne sancılar çektimg

Gecemi gündüzüme kattım,” diyenlere fazla itibar etmeyin.

Nezaketen gülümsemekle yetinin.

Emin olun en muhteşem karakterler ansızın gelir.

Açık kalan pencereden içeri süzülen kelebek gibi bir a varlığı ile yazarı sersem eder.

Her birinin kanadında ayrı bir nakış…

Bakanı sarhoş eden bin bir renk…

Anlayacağınız yazar mı karakteri yaratır yoksa karakter mi yazarı; orası biraz tartışılır.

Ben o alemdeki bütün kahramanların kendi yazarlarını özgür iradeleri ile seçtiğine inanıyorum.

Cin taifesi ile akraba bir kahramanın korkak, hımbıl bir yazarı seçtiği nerede görülmüşg

Olur da bir gün sahaflarda ‘tedavülden’ kalkmış bir öykü kitabı görürseniz, sayfalarını özenle karıştırın. Bazılarında cinlerin selamını, bazılarında meleklerin gözyaşını göreceksiniz…

Şahsen cinlere de meleklere de kapım her zaman açık olmuştur.

Onlar da bunu bilir.

Ne zaman bir fani; “Benim hayatım roman,” diyerek başlasa önce solumdaki sonra sağımdaki sıkılır.

Fanilerin hikâyesi ya cin taifesinin elinden ya da meleklerin dilinden geçmeden öyküleşemez.

Aslında her bebek kendi hikâyesinin efendisi olarak doğuyor ama sonra büyü nerede bozuluyor da o gül kokulu bebek hikâyesini kaybediyor anlamak zor.

Siz siz olun kendi hikâyenizi köpürtün. Köpük köpük olsun.

Hatta arada bir baloncuklar yapıp önünüze gelenin yüzüne üfleyin.

Göreceksiniz fareli köyün kavalcısı gibi peşinizde kuyruk olacaklardır.

Dünya Öykü Gününüz kutlu olsun.

02 03 2014

Dursaliye Şahan

Sevgililer için notlar

Bir duyuru:

Bildiğiniz gibi 14 Şubat Dünya Sevgililer Günü, aynı zama da Dünya Öykü Günü. Her sevgilinin bir tarihçesi her aşkın bir öyküsü var. Tamam, ama sevgili ve aşk konuları şimdilik bir yana. Duyurunun ana konusu öykü ve romanlar.

Okuyan herkes bilir. Her kitabın baba cümleleri olur. Kimileri not alır, ezberler, tavsiye eder, altını çizer, en azından hımm der.

Ben not alıp biriktirenlerdenim. Bazı cümleleri yazarın o kitabı yazmasına neden olduğunu düşünürüm.

İnternet sağ olsun zaman zaman böyle seçkiler geliyor. Hatta yağıyor demek daha doğru.

Bu şekilde gelenleri de biriktiriyorum. Dosya kabardıkça kabarıyor.

Aşağıda birkaç tane örnek seçtim. Siz onları okuduktan sonra duyurunun sonunu göreceksiniz.

Az ümit edip çok elde etmek hayatın hakiki sırrıdır.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa

Avrupalılar burada yaptıklarımızı görürse mahcup olurum diye mi korkuyorsung Onlar o modern dünyalarını kurabilmek için ne kadar adam astılar biliyor musung

Kar / Orhan Pamuk

Yürürken bir şeyleri hatırlamak istediğimizde adımlarımız yavaşlar; unutmak istediğimizde ise hızlanır!

Veba / Albert Camus

İnsanlar korktukları başlarına gelmesin diye, daha büyük tehlikeleri göze alırlar.

Da Vinci Şifresi / Dan Brown

Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekirdi.

Yüz Yıllık Yalnızlık / Gabriel Garcia Marquez

Bir ömür boyu aradığım hece harfinin lâ olduğunu bildim.

Lâ Sonsuzluk Hecesi / Nazan Bekiroğlu

Senin beni unutma ihtimalini hatırlayıp çıldırıyorum bazı günler ve bazı geceler yüzünü eskisi gibi hayal edemeyeceğimden korkup kahroluyorum. Sonra tövbeler ediyorum. Seni unutma ihtimalini düşündüğüm için.

Aşkname / İskender Pala

Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim “gel” dememiz değil, ayrıca onların sana “git” demeleri. Hiç kimseye “kötüdür” deme. Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.

Suskunlar / Spoiler

Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!

Saatleri Ayarlama Enstitüsü / Ahmet Hamdi Tanpınar

İşte şimdi tam da böyle bir derleme kitabın hazırlığı var. Okuyucunun Seçtikleri. Yani derleyenin ya da bir yayınevinin seçtikleri değil. Birbirinden bağımsız okuyucuların seçtiklerinden oluşan bir kitap.

Kim tarafından seçildiği de belirtilecek olan bu kitabın diğerlerinden daha sağlıklı olacağını düşünüyorum.

Siz de bir okuyucu olarak bu kitaba katkıda bulunabilirsiniz. Seçtiğiniz cümleyi/paragrafı kitabın ve yazarın adı ile birlikte gönderebilirsiniz.

Proje bu. Bir dahaki Dünya Öykü Günlerinde yayımlanması planlanıyor.

Çorbada benim de tuzum olsun diyorsanız aşağıdaki elektronik posta adresine; not aldığınız veya duyduğunuz öykünün, romanın o anlamlı cümlesini yazarak gönderebilirsiniz.

yazi.atolyesi@hotmail.com

01 23 2014

Dursaliye Şahan

Siirt Valisi’nden açıklama

Geçen hafta ‘çocuk gelinler cehennemi’ ile ilgili yazımı Avrupa Gazetesinden sonra Uçan Süpürge ve bazı internet gazeteleri de yayımlamıştı.

Ben de Siirt Valiliği başta olmak üzere birkaç sivil toplum örgütü ile bazı köşe yazarlarına yönlendirmiştim.

Amacım muhtarların ve resmi kurumların bu konuda somut önlemler alması gerektiğine vurgu yapmaktı. Örnek olarak da zorunlu deprem sigortasını göstermiştim.

Siirt Valisi Ahmet Aydın bugün (22 Ocak Çarşamba) Yapraktepe Köyü Muhtarı Mehmet Arif Kartal hakkında soruşturma başlattığını belirterek bir açıklama yaptı.

“Pervari’deki muhtarımızla ilgili küçük yaşta evlenen kızımızı bildirmediğiyle ilgili soruşturma başlattık. Bununla aynı zama da jarmaya talimat verdik; bundan sonra küçük yaşta evlenmelerle ilgili veya resmi nikah olmadan imam nikahı kıyanları bildirmesi noktasında tüm arkadaşlar, karakollar, ilçe jarma karakolları uyarıldı. İleride bir toplantı yapacağız. Burada muhtarın sorumluluğu nedirg Arkasından öğretmenin sorumluluğu nedirg Ve bu işi yapan imamın sorumluluğu vardır. Özellikle 16 yaşından küçüklerle ilgili geçen sempozyumda da konuştuk, bilgilendirme yaptık. Hakikaten bunun üzerine eğiliyoruz, küçük yaşta evlenmelerin inşallah en son önüne geçeceğiz. Pervari Kaymakamı’na talimat verdim, yazı işleri müdürümüz devam ettiriyor. Sonuç itibariyle buradan çıkacak sonuca göre, gerekiyorsa da yargılanması da gündeme gelebilecek. Durumu bildirmesi gerekiyordu, orada muhtarın bir ihmali var.”

Yukarıdaki açıklamada en çok ‘bundan sonra’ sözü umut veriyor.

Kendi adıma bu haberi duyan muhtarların ve imamların en azından eskisi kadar rahat davranmayacaklarını düşünüyorum.

Kamuoyuna, özellikle de kadınlara yani bizlere düşen en önemli görev; çocuk gelin vakalarına sessiz kalmamak.

Sağlıcakla kalınız.

01 15 2014

Dursaliye Şahan

Çocuk Gelinler Cehennemi

Türkiye’de ne varg Örneğin DASK var. Zorunlu Deprem Sigortası. Ev alırken veya miras kaldığında bile tapunuzu alabilmek için yaptırmak zorundasınız. Hatta afet sonrası ödeme yapılmayan köy evlerine bile getirilmiş. Üstelik köylerde şehirdeki evlerin 5 misli prim alındığı söyleniyor.

Bu sigortadan kaçış yolug

Diyelim ki yeni evinize su veya elektrik bağlatmak istiyorsunuz. Elektrik veya Sular İdaresi sigorta fotokopisini mutlaka dilekçenin altında görmek istiyor. Yani kaçma ihtimali sıfır. Pardon! Bir yolu var aslında. Mülkten vaz geçmek.

Şimdi gelelim şu haberlerde tekerleme haline gelen; çocuk gelinler konusuna.

Çocuk gelinler sıralamasında Türkiye Avrupa ülkeleri arasında ikinci sırada.

Son olarak 12 yaşında evlendirilip, 13&39;ünde anne olan, ikinci çocuğundan sonra da intihar süsü verilen Kader Ertem’e vah vah dedik.

Kesinleşmeden intihar süsü demek basın yasasına göre suç ama bana göre Kader öldürülmediyse de intihara zorlığı kesin. Çünkü 12 yaşında evlendirilmek bir çocukta ancak intihar motivasyonu yaratabilir.

Neyse haberimize dönelim. Biz manşetlerde ne gördükg Askerde olduğunu öğrendiğimiz kocanın aileleri ile geride kalan bebek.

Muhtemelen soruşturmadan önemli bir şey çıkmayacak. Zaten biz de o ara ya unutmuş olacağız ya da yeni bir çocuk gelin hikayesini duyacağız. Kaldı ki; 13 yaşında anne olan kızın kocasını, babasını, annesini hapse atsanız ne olurg Onu gören diğerleri küçük yaşta kızlarını evlendirmekten vaz mı geçeceklerg Asla!

Benim ilk aklıma gelen muhtar oldu. Kader’in yaşadığı o köyün muhtarı neredeg Haberde adı bile geçmiyor. Peki, muhtar ne demektig Sözlük anlamı: “Köy veya mahalle tüzel kişiliğinde yönetimin başında bulunan seçilmiş kişi. Yasaları ve hükümet emirlerini halka duyurur. Köy içinde dirlik ve düzen sağlar. Görevini aksatan muhtarlar vali veya kaymakam tarafından azledilebilir.”

Eeeg 12 yaşında evlendirilen Kader’den muhtarın haberi yok muydug Peki, siz çocuk gelin haberleri içinde hiç suçlanan bir muhtar gördünüz müg Ya imamg Bu çocuklar resmi nikah olamadıkları için imam nikahlarını yine devlete resmi olarak bağlı imamlar kıyar.

Biliyorsunuz muhtarlar ve imamlar da devletten tıkır tıkır maaş alırlar. Bildiğiniz devlet memurları gibi.

Eğer köyündeki bir çocuk gelin vakası ile bir muhtar suçlansa ve görevinden azledilse, maaşını kaybetse sanıyor musunuz ki diğer bir muhtar başka bir çocuk geline izin verirg

Yani devlet Zorunlu Deprem Sigortası’nda gösterdiği kararlılığı bu konuda gösterse bizim ülkemiz çocuk gelinler cehennemi olabilir miydi dersinizg

Sigorta şirketleri üzerinde dönen para o kadar büyük ki; lobisi de o denli güçlü.

Yetişkin olmadan cinsel istismara uğrayan binlerce çocuğun üzerinde böyle dönen bir para yok ki. Sonuçta bu çocukları anne babaları evlendiriyor. Yani oy kullıranlar evlendiriyor, küçük kızlar oy kullanmıyor ki…

Çocuk işçiler, dilencilik yaptırılan çocuklar, eğitim hakkından alıkonan çocuklar…

Birilerinin parmak hesabında çocukların sırası yok. Bütün mesele bu.

 

Yorum bırakın